Riverside Point

Singapur’da iki gün


Uluslararası uçuşlar Singapur’a çok erken saatlerde varıyor. Öncelikle söylemek gerekir ki Singapur hava alanı çok büyük. Alanda bir terminalden diğerine geçiş için tramvay kullanmak gerekiyor. Olanca kalabalığa ve büyüklüğe rağmen işler çok hızlı yürüyor hava alanında. Pasaport kontrolünün ardından bagajlarımızı alıyoruz ve önceden ayarlanmış transferimiz ile hemen otelin yolunu tutuyoruz. Hava hala karanlık, yollar bomboş. Kısa bir yolculuk sonrasında soluğu otelde alıyoruz. Aslında yapılması gereken çantaları otele bırakıp hemen kendimizi dışarı atmak ama uzun bir uçuş sonrası yorgunluk bize bir hata yaptırıyor ve odamıza çıkıyoruz. Odaya giriş öğleden sonra yapılması gerekirken biz sabahın köründe lobiye dikilip oda istiyoruz diye tutturduğumuz için ekstra bir ücret ödüyoruz. Bir saat kadar dinlendikten sonra ilk anda yapmamız gerekeni yapıp kendimizi sokaklara atıyoruz. Hava henüz aydınlanmaya başlıyor. İlk durak Singapur’un ünlü botanik bahçeleri. Ulaşım için metroyu kullanıyoruz. Sabahın erken saatlerinde buralarda turistlerden ziyade yerel halk var. Genelde sabah koşusunu yapanlara rastlıyoruz. Botanik park uçsuz bucaksız bir yer. Yolumuza ilk olarak yağmur ormanları çıkıyor, dalıyoruz ormanın içine. Yürüyüş için bir platform yapmışlar, sağa sola sapmadan platformu takip ediyoruz. Yağmur ormanları bittiğinde kendimizi Orkide Bahçelerinde buluyoruz. Singapur’un orkide bahçelerinde binlerce çeşit orkide ve bunların hibridlerini bulmak mümkün. Çeşit çeşit çiçeklerin bol bol fotoğraflarını çekiyoruz. Bu noktada söylemek lazım sanırım. Singapur katı kuralları ile tanınan bir yer. Sokaklar tertemiz mesela, çünkü çok ağır para cezaları var. Çöp atmak, yerlere tükürmek falan yasak. Botanik parkta ise çiçekleri kopartmak yasak. Bırak kopartmayı yerde gördüğümüzü bile elimize alamadık korkudan. Bol bol fotoğraf çekiyoruz rengarenk çiçeklerin arasında. Bir bank bulup biraz oturuyor, dinleniyoruz. Temiz havayı ciğerlerimize dolduruyoruz. Daha sonra biraz daha gezinip çıkmak için bir kapı aramaya başlıyoruz. Dedim ya çok büyük botanik park, bir çok girişi var. Nihayet parktan ayrılıp caddeye ulaşıyoruz. Sonraki durağımız: Orchard Road.

Botanik parktan Orchard Road’a yürümek mümkün aslında. Yine de 10 saatlik uçuş ve sonrasında birkaç saatlik botanik park turu ayağımızda derman bırakmıyor. Parkın köşesindeki otobüs durağından bir otobüse binip birkaç duraklık yolculuk sonrasında Orchard Road’a ulaşıyoruz. Mutlaka söylemek gerek, Singapur aslında bir alışveriş merkezi olarak çok ünlü. Aşağı yukarı her yerde bir alışveriş merkezi var. Metro girişleri pek çok yerde AVM’lere denk geliyor. Hava alanı da aslında çok büyük bir AVM. AVM’ler bir birlerine alt geçitlerle falan bağlı. Aslında havanın sıcak ve nemli olduğunu düşününce insan alt geçitlerin serin havasında yürümeyi tercih ediyor. Bu noktada değinmek gerek, havadaki nem yüzünden klimalar normalden fazla çalışıyormuş gibi hissediliyor. Sokaklar sıcaktan kavrulurken, kapalı mekanlar ve ulaşım araçları; metrolar, otobüsler klima ile aşırı derecede soğutuluyor. Hangi mevsimde giderseniz gidin ince bir hırka Singapur’da gezerken mutlaka yanınızda olmalı. Orchard Road Singapur’un merkezinde bir alışveriş cenneti. Sokak üzerinde her tarafta mağazalar ve alışveriş merkezleri var. Her türlü markayı bulmak mümkün. Prada, Gucci, Versace, Zegna ve daha bir sürü bilmediğim pahalı markanın mağazaları yan yana. Mağazalara ve AVM’lere gire çıka sokağı boydan boya yürüyoruz.

Bu arada hafif bir açlık kendisini göstermeye başlıyor tabii ki. Bence Singapur’daki en ilginç şey yemek kültürü. Alışkın olduğumuz restoranlar yok değil ancak Singapur’da yemek denilince aklıma hemen food courtlar geliyor. Türkiye’de alışveriş merkezlerinde görmeye alışkın olduğumuz food courtlar Singapur’da hemen hemen her yerde. Yine alıştığımızın aksine food courtlarda hamburger, pizza gibi şeyler yok. Food courtlarda Çin, Malezya, Kore, Japon, Thai mutfaklarından pek çok çeşit bulmak mümkün. Muhtemelen kullanılan yağlardan havada ağır bir koku oluyor food court yakınlarında. Biz bir AVM’nin food court’unda aperatif bir şeyler atıştırıyoruz. Oturacak bir yer bulunca anlıyoruz ki çok yorulmuşuz. Kararımız otele dönüp biraz dinlenmek. Bulduğumuz ilk metro durağından otele dönüyoruz. Birkaç saat dinlenelim diye girdiğimiz odada uyuya kalmak büyük talihsizlik. Uyandığımızda hava kararmış, yemek vakti gelmiş oluyor. Hemen hazırlanıp kendimizi yeniden sokağa atıyoruz.

Yürüyerek Marina Bay’e geliyoruz. Marina Bay şehrin en yeni yerleşim alanlarından biri. Hikayesi 70’li yıllarda alanın ıslah edilmesi ile başlamış. Denizden koparılan bu toprak parçası sayesinde şehrin merkezi genişletilebilmiş. Marina Bay şu anda turistlerin ve yerel halkın uğrak mekanları arasında. Biz ilk olarak Esplanade’ye ulaşıyoruz. Esplanade, Marina Bay kenarında uzun bir yürüyüş yolu aslında ancak burada kurulan muhteşem mimarisi ile dikkat çeken tiyatroya binasına da bu isim verilmiş. Binanın mutlaka görülmesi gerektiği görüşündeyim, fırsatımız olsaydı mutlaka bir konsere de gitmek isterdim ama süremiz kısıtlıydı ve şansımıza bir konser yakalayamadık. Yürüyüş yolu takip ederek Floating Stadium’a ulaşmak mümkün. Yürüyüş yolunun sol tarafında tribünler yer alıyor, sağ tarafta ise adından da anlaşılabileceği gibi deniz üzerinde yüzen çok amaçlı bir saha yer alıyor. Bu sahanın spor faaliyetleri, konserler vb. amaçlar için kullanılması tasarlanmış. Yürümeye devam ederseniz karşınıza Singapore Flyer çıkacak. Bu kocaman dönme dolap şehri tepeden görmek isteyenler için tasarlanmış. Güzel bir manzara sunduğuna eminim ancak bizim aklımızda Marina Bay Sands otelinin tepesine çıkmak olduğundan bu dönme dolabı atladık. Marina Bay Sands ise tam olarak Singapore Flyer’ın karşı kıyısında. Hemen orada bulunan yayalar için özel olarak tasarlanmış köprü ile karşıya geçmek mümkün. Köprünü adı “Helix Bridge” ve görünümü gerçekten ilgi çekici. Bu bölge yeni yapılandığı için mimari genellikle modern ve ötesi olmuş. Köprü sizi direk olarak Marina Bay alışveriş merkezine götürecek. Alışveriş merkezinin hemen yanında görünümü bana uzaylılar için bir üst olarak tasarlandığını düşündürten Marina Bay Sands görülebilir. Üç bina üzerine inşa edilmiş uzunca bir platformu ile Marina Bay Sands, Google’da Singapur hakkında bir şey arattığınız anda kendini hemen gösteriyor. En tepedeki düzlükte otelin havuzu yer alıyor. Öyle sıradan bir havuzda değil hani Infinity Pool denilenlerden. Havuzun bitimi ile şehir manzarası birbirine giriyor. Ne yazık ki havuzdan sadece otel müşterileri faydalanabiliyormuş. Yine de binanın en üst katına çıkmak ve seyir terasından şehir manzarasını izlemek mümkün. Biz aç olduğumuzdan bunu ikinci güne bırakmakta bir sakınca görmedik. Sonra da çıkma fırsatımız olmadı ne yazık ki. Üst kata çıkış ücretli, biz gittiğimizde fiyat 20 Singapur Doları’ydı. İnternette yorumları okuduğumda kimisi tam bir para tuzağı olduğundan, kimisi ise manzaranın eşsizliğinden bahsediyor. Sanırım son kararı vermek üzere mutlaka yukarı çıkılmalı. Platformda restoranlarda var sanırım, belki sadece seyir için çıkmak yerine bu manzarada bir yemek keyfi yapılabilir.

Marina Bay’ın bu yakasında Marina Bay parkına da gitmek mümkün. Biz bu parkı da atladık ve ne kaçırdığımızı bilmiyorum. Her ne olursa olsun Botanik Park ile kıyas götüremeyeceği kesin. Alış veriş merkezi önündeki yürüyüş yolunu kıyı boyunca takip ederek Merlion Park’a varılabilir. Merlion aslan başlı, balık vücutlu efsanevi bir yaratık ve Singapur’un ulusal simgesi olarak kullanılıyor. Geceleri Merlion heykeline değişik renkte ışıklar yansıtılarak görsel bir şölen sunuluyor. Bir süre bu noktadan Marina Bay Sands’i, Singapore Flyer’ı, Merlion’u ve Marina Bay’i fotoğrafladık. Oturduk dinlendik ve artık iyice acıktığımızda yemek yiyecek bir yer bulmak için harekete geçtik. Otelden ayrıldığımızda hedefimiz Clarke Quay’e giderek yemek yemekti. Ancak ayaklarımızda derman kalmadığından biraz duraksadık. Ne yapsak nasıl gitsek diye kara kara düşünürken hemen oralarda bekleyen Tuk Tuk’ları fark ettik. Tuk Tuk bildiğiniz bisiklet aslında, arkasında iki kişilik oturma alanı var önde ise Tuk Tuk’çu bisikleti çeviriyor. Gitmek istediğimiz yeri söyleyip fiyatta anlaştıktan sonra atladık bisikletin arkasına. Şoförümüz bizi bir yandan Clarke Quay’e doğru götürürken bir yandan da turistik bilgiler verdi. Bizi tarihi itfaiye binasının önünden geçirdi, tarihi köprü (Cavenagh Köprüsü) hakkında bilgi verdi, F1 pisti ile yolumuzun çakıştığı yerlerde pedallara daha fazla asıldı, Parlamento Binası hakkında bilgi verdi. Hatta kırmızı ışıkta durduğumuzda kısa bir fotoğraf seansı bile yaptık. Önce bisikletin arkasında eşimle beni çekti, sonra pedallara sırayla ben ve eşim geçtik ve bizi böyle görüntüledi. Kısacası verdiğimiz paranın her kuruşuna değdi ve keyifli bir yolculuğun ardından Clarke Quay’e vardık. Yol üstünde tarihi itfaiye binasının önünden geçtik demekle yetindim ancak burada Singapur’un mimari dokusuna değinmek gerek bence. Merkez itfaiye istasyonu 1908 yılında tamamlanmış. Singapur’un bu özelliği çok ilginç bence. Bir yanda modern ötesi tasarımları ile gökdelenler, öteki yanda hala işlevsel halde tutulan tarihi binalar. Buna pek çok yerde rastlanıyor. Eski ve yeni yapılar birbirlerine tezat mimarilerine rağmen bir harmoni içinde yaşıyor. Tıpkı Singapur halkı gibi.

Quay rıhtım anlamına geliyor, Clarke Quay Singapur Nehri’nin tarihi iskelelerinden biri üzerine kurulmuş bir tesis. Adını Singapur’daki pek çok yer gibi bir İngiliz yetkiliden almış. Çok sevimli binalar var burada. Arada mağazalarda olmasına rağmen genel olarak bütün binalar restoran yada bar olarak işletiliyor. Tesisin tam ortasında ise rengarenk ışıklarla aydınlatılan kocaman bir fıskiye bulunuyor. Restoranlar arasında hemen her çeşide rastlamak mümkün. Bahçesinde nargile içerken dansöz performanslarını seyredebileceğiniz bir İran restoranı yada Çin fenerleri ile süslenmiş bir Çin restoranı görmek mümkün. Hatta Hooters gibi Amerikan markaları da var. Dünyada nereye giderseniz gidin Irish Pub bulmak mümkün, tabii ki Clarke Quay’de de birkaç tane var. Şöyle bir tur attıktan sonra nehir kenarında Hutong isimli bir Çin lokantasını seçtik biz. Yemekler enfesti doğrusu. Yemekten sonra Clarke Quay içinde bir tur daha attıktan sonra nehrin karşı yakasındaki Riverside Point’e geçtik. Burasıda Clarke Quay gibi yeme içme, eğlence mekanları ile dolu bir alan. Nehir kıyısı boyunca geriye doğru yürümeye başladık. Buralarda nehir turu yapan firmalara rastlamak mümkün, bizim geçtiğimiz saatlerde hepsi kapalıydı tabii ki. Geceyi sonlandırmak için bu mekanlardan birine mi girsek yoksa başka bir yere mi gitsek diye düşünmeye başladık. Daha Singapur’a gelmeden önce Swiss Otel’in üst katlarında ki barların methini duymuştuk. Muhteşem şehir manzarası eşliğinde birer kokteyl mi yorumlasak falan derken baktık vakit geçiyor. Gitmeden önce okumuştum, Singapur’un adını taşıyan “Singapore Sling” isimli bir kokteyli olduğunu hatırladım. Üstelik bu kokteylin icat edildiği barda bizim otelin yakınlarındaydı. Dolayısıyla dönüş yolunu tuttuk. Manzarayı falan boş verip tarihi bir kokteyli, tarihi bir mekanda tatmaya karar verdik. Singapore Sling 1915 yılında yada öncesinde, Long Bar’da çalışan bir barmen tarafından keşfedilmiş. Tabii orijinal tarif bugünlere gelene kadar pek çok kez değişmiş ve orijinal kokteyle pek çok çeşit eklenmiş. Long Bar, Raffles Otel’de bulunuyor. Bay Raffles, Singapur şehrinin kurucusu. Otel yıllar boyunca pek çok ünlü ismi konuk etmiş ve hepsi bizim gibi Singapur Sling’in tadına bakmış. Long Bar, iki katlı hoş bir mekan, tabii ki oda şu anda içkinin bulunduğu tarihteki yerinde değil ama idare edeceğiz. Dekorasyonda 1920’li yılların Malezya çiftliklerinden esinlenilmiş. Üst katta canlı müzik var, bir masa bulup oturuyor ve iki Singapore Sling istiyoruz. Kokteyllerle beraber bir koca kase kabuklu fıstıkta getiriyorlar. Canlı müzik bitip, mekan kapanana kadar kokteyllerimizin keyfini çıkarttık ve kapandığında odamızın yolunu tuttuk. Yazının en sonunda denemek isteyenler için bir Singapore Sling tarifi paylaştım. İçeriği öyle hemen her evde bulunamayacağından zor bir kokteyl aslında, o yüzden birkaç alternatif vermeye de çalıştım.

1819 yılında bir Thomas Stamford Raffles tarafından bir ticaret şehri olarak kurulan Singapur, kısa sürede bölgedeki ticaretin merkezi haline gelmiş ve dolayısıyla pek çok göçmeni kabul etmiştir. Şu anki yapıda Arap, Malezyalı, Çinli, Hint göçmenlerinin yanı sıra Singapur’un gelişmiş bir ticaret merkezi olması sebebi ile Avrupalı ve Amerikalı pek çok kişiye ev sahipliği yapıyor. Tam anlamıyla kozmopolit bir yapıya sahip. Bizde ikinci günümüzde farklı kültürlere sahip bölgeleri keşfe çıktık. Otelimiz merkezi bir konumda olduğundan yine yürüyerek çıktık. İlk hedefimiz Arap bölgesi. Tabii ki yolda kaybolmak, ilgi çekici yerlere uğramak serbest. Bizde yolumuzun üzerinde bulunan Bugis bölgesine bir uğrayalım dedik. Bugis’te bir “flea market” yani bitpazarı bulunuyor. Sonunda alışveriş yapılacak bütçemize uygun bir yer buluyoruz. Bizim pazarlardaki gibi irili ufaklı pek çok tezgahta çeşit çeşit kıyafetler bulmak mümkün. Fiyatlar on Singapur Dolarından başlıyor ve giyim, kuşam, aksesuar hemen her şeyi bulmak mümkün. Hatırladığım kadarıyla ürünler bilinen bir markanın taklidi çakması değil. Hepsi özgün şeyler. Eşim için bir plaj çantası, bir elbise, birkaç tişört aldıktan ve aşağı yukarı her tezgahı gezdikten sonra yolumuza devam edebildik. Arap bölgesinde asıl hedefimiz Haji Lane. Bu küçücük daracık sokakta sağlı sollu küçük butikler var. Butiklerin her birinin dekorasyonu, iç tasarımı özgün ve inanılmaz keyifli. Ürünler yine bildiğimiz markalardan değil. Çok keyifli şeyler. Butiklerden birinde durup, Pluck, dondurma yiyoruz. Gelmeden önce okumuştum dondurmaları güzelmiş, bizde inanılmaz keyifli bulduk. Butiklere girip çıkarak sokağı baştan başa gezdik. Bir butikten eşim için rengarenk çantalar almayı ihmal etmedik tabii ki. Şehrin Müslüman/Arap bölgesinde olup böyle Avrupai butikler görmek gerçekten şaşırtıcıydı. Bu sokak Singapur’a gidecek alışveriş meraklıları için mutlaka görülmesi gereken bir yer. Aslında sadece alışveriş meraklıları değil herkesin görmesi gereken bir yer sanırım. Butiklerde sadece alışveriş yapmak değil, bir şeyler yemek yada içmekte mümkün. Üstelik yazının önceki bölümlerinde bina mimarisi için söylediklerimi bu bölge insanlar için ispatlıyor. Haji Lane’e paralel Arab Street, yani Arap Sokağına geçtiğimiz anda hem dükkanların çehresi hem insanlar bir anda değişiyor. Güzelim butiklerin yerini bir anda hacı malzemesi satan dükkanlar alıyor. Ama daha öncede söylediğim gibi herkes harmoni içinde, kimse kimseye karışmıyor. Her kültür kendi yaşam tarzını benimsemiş, kendi ülkesinde gibi yaşıyor. Bunu en çok Hint bölgesine geçtiğimizde anladım ama oraya daha var. Buralara kadar gelmişken şöyle dışardan da olsa Sultan Camii’ne bir bakıyoruz. Tarihi bir cami olduğu söyleniyor, 1800’lü yıllarda yapılmış. Ayırt edici özelliği altın rengi kubbeleri. Bir iki fotoğraf çekip devam ediyoruz.

Sıradaki hedef Little India, yani Küçük Hindistan. Singapur’un Hint bölgesi. Öyle mi gitsek böyle mi derken yine yürümeye karar veriyoruz. Tesadüfen, yani kaybolduğumuzdan, Sim Lim meydanına ve kulesine ulaşıyoruz. Şimdiye kadar söylemedik, Singapur’da elektronik çok ucuz. Sim Lim’de daha da ucuz. Etraf elektrik ve elektronik ürünler satan dükkanlarla dolu ve fiyatlar inanılmaz. O kadar ucuz ki telefon almak istediğimiz halde cesaret edip alamıyoruz. Bir şekilde yolu bulup Küçük Hindistan’a doğru yürümeye devam ediyoruz. Önce Hint yemeği sunan lokantalar başlıyor, sonrasında kokuyu takip ederek gidiyoruz zaten. Bu bölgede kına, tütsü vb. şeyler satan dükkanlar çok yaygın. Bunun dışında en çok görülen kuyumcu dükkanları. Yer gök altın sarısı. Bu bölgede Mustafa Center diye bir alışveriş merkezi bulunuyor. Biz uğramadık ama bu AVM 24 saat açık ve alışveriş yapmak isteyenlere hizmet veriyor. Bölgede asıl görmek istediğimiz “Sri Veeramakaliamman Temple”, bir Hindu tapınağı. Üstelik tam ziyaretimiz sırasında içeride bir seremoni var. Önce çekingen çekingen kapıdan içeri bakıyoruz. Sonra ben içeri girmeye niyetleniyorum. O sırada kapıda duran yaşlı bir amca kızgın kızgın bir şeyler söylüyor. Eh hayatımda ilk defa Hindu tapınağı görüyorum tabi, meğer içeri girmek için ayakkabıları çıkartmak gerekiyormuş. Ayakkabılarımı çıkartıp tekrar adım atıyorum ama amca yine kızıyor. Meğer çorapta olmuyormuş. Onları da çıkarınca amca ses çıkartmıyor içeri giriyorum. İçeride devam eden tören yüzünden rahatsızım, malum namazda camiye girip fotoğraf çekmeye kalksam sert bir şekilde uyarılacağımdan eminim. Burada kimse beni umursamıyor, yine de hızlı hızlı birkaç kare çekip çıkıyorum. Bu Singapur enteresan bir yer, yıllarca İngiliz egemenliği altında yani Hristiyan bir toplumun hüküm sürdüğü bir ortamda yaşamışlar. Yol boyunca pek çok tarihi ve yeni kilise zaten kendisini gösteriyor. Bunun yanında birbirine bu kadar yakın iki kısımda Müslümanlar ve Hindu’lar kendi tapınaklarını yapıp, kendi ibadetlerinden geri kalmamışlar. Metroya doğru giderken yolda kına ile dövme yapan dükkanlar buluyoruz ve eşimin ayak bileğine bir dövme yaptırıyoruz. Bu kez istikamet Çin.

Metro ile Chinatown’a varıyoruz. Vaziyet aynı sayılır, bölge Çin kültürünü yansıtıyor. Sokaklarda Çin fenerleri asılı. Bölgede bir sokağı aşağı diğerini yukarı detaylıca geziyoruz. Bu arada yine bir Hindu tapınağı ile karşılaşıyoruz, Sri Mariamman. Bu tapınak Singapur’daki en eski Hindu tapınağıymış. Biz yakınındayken düğün gibi bir tören vardı. Daha çok merak etmeme rağmen bu kez insanları rahat bırakmak istedim. Chinatown kültürlerin en fazla iç içe geçtiği yer. Chinatown’da Hindu ve Budist tapınakları, cami ve kiliseler bulmak mümkün. Sokaklarda bir sürü hediyelik eşya dükkanı var. Hepsine şöyle bir göz atıyoruz, tam bu sırada bir yağmur fırtınası kopuyor. Singapur’da hemen her an hava bozup bizimki gibi bir sağanağa maruz kalabilirsiniz. Gezerken mutlaka çantanızda biz yağmurluk yada şemsiye bulunsun. Biz şanslıydık çünkü çevremizde bir çok Çin restoranı vardı. Hemen birine oturup bir şeyler atıştırmaya başladık ve yağmurun dinmesini bekledik. İlginçtir yağmur dindikten kısa bir süre sonra sokaklarda yağmurdan eser yoktu. Çin mahallesi kültür turumuzun son durağıydı. Önce otele dönüp üstümüzü değiştirdik, sonra kaçırdığımız bir şey olmuş mu diye Orchard Road’a geri dönüp şöyle bir gezdik. Sonrası akşam yemeği.

Singapur’daki son akşam yemeğimizi Chijmes‘ta yedik. Burası tarihi bir alan bir Hristiyan manastırı olarak açılmış olan Chijmes şu anda restoran ve barlardan oluşan popüler bir alana dönüşmüş. Manastır hala bir köşede duruyor ki sanırım buda farklı bir hava veriyor buraya. Restoranlar ve barlar kapalı ve açık alanlarda kurulmuş. Bir kaç saat önce bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış olsa da hava şimdi çok güzel. Bu sebeple dışarıda yemeği tercih ediyoruz. Eşimi iki gündür uzak doğu mutfağından bıktırdığım için bu gece İtalyan mutfağını tercih ediyoruz. Ertesi sabah erkenden Phuket yolculuğu var o yüzden bu geceyi biraz erken bitiriyoruz.

Şöyle bir toparlamak gerekirse, Singapur eski ve yeninin, farklı kültürlerin bir arada yaşadığı muhteşem bir şehir. Sanki uzak doğuda değilde Avrupa’daymış gibi hissettiriyor. Burada yapılması gerekenler yürümek, durup biraz alışveriş yapmak yada bir şeyler yemek/içmek. Gezilmesi gereken yerleri az çok anlatmaya çalıştım ancak bizim fırsat bulup gidemediğimiz bir yere daha değinmem lazım bitirmeden. Her iki günde de planlarımız içinde olmasına rağmen Sentosa Adası’na gitmeyi bir türlü başaramadık. Adaya geçiş için pek çok yol var ancak biz gitmeyi başarabilseydik Mount Faber’dan adaya giden teleferiği tercih edecektik. Sentosa adasının en güney noktası, Asya kıtasının en güneyi oluyor. Bu noktaya gitmeyi isterdim. Bizim için bir sonraki sefere kaldı. Sentosa Adası ayrıca plajları ile ünlü. Yolunuz düşecek olursa buradan Sentosa adası ile ilgili detaylı bilgi alabilirsiniz.

Eğer bir uzak doğu seyahati planlıyorsanız, Singapur bağlantılı uçup bu şehri iki yada daha rahat bir program ile üç gün gezmeye değer!

Singapore Sling Tarifi:

Ben cl/ml olaylarından pek anlamam o yüzden bir bardaklık tarif yazamadım. Tarifi bir ölçek iki ölçek vb şekilde anlatıyorum göz kararı yada istediğiniz tada gelecek şekilde hazırlayabilirsiniz.

1 ölçek Kiraz likörü
2 ölçek Cin
1 ölçek Limon suyu
8 ölçek Ananas suyu
1 ölçek Grenadine
1 ölçek Cointreau
1 ölçek Dom Benedictine
Çok az Angostura Bitters

Tarife bakınca evde bir barınız yoksa bu kokteyl yapılamaz gibi duruyor aslında. Cin, Kiraz Likörü, Ananas ve Limon suyuna bir şekilde ulaşacağınızı var sayıyorum. Granadine aslında nar şurubu gibi bir şey. Nar suyu, nar ekşisi bunlarda bulunamazsa herhangi bir kırmızı meyve suyu alternatif olarak kullanılabilir. Cointreau, bir nevi portakal likörü dolayısıyla yerine portakal likörü, olmazsa az bir şey portakal suyu kullanılabilir. Eğer portakal suyu kullanırsanız alkol oranını arttırmak için biraz daha cin, votka yada rom ekleyin. Dom Benedictine ve Angostura ise değiştirilmesi zor olan içerikler. Erişiminizin olmaması da en muhtemel olanlar. Her ikisi de bitkilerden oluşturulan likörler/karışımlar. Bu içeceklerin keşif sebepleri kokteyllerimizi tatlandırmaktan çok şifa amaçlı. Bu içeriklerin yerine bir şeyler koyabilmek zor, öncelikle bunu söylemek gerek. Alternatif bir şeyler ile uğraşırken kokteylin tadını bozmak ise çok kolay. Bu sebeple bu iki içeriği atlamak bence çok bir şey kaybettirmez ama deney yapmayı seviyorsanız; evde bulunabilecek tarçın, zencefil, limon kabuğu vb. şeyleri biraz alkol(tercihen viski, brendi yada kanyak) ve limon suyu, portakal yada greyfurt suyu vb şeylerle tatlandırıp kullanabilirsiniz. Bu kokteyli uzun bir bardakta servis etmek gerekiyor. Elinizin altında bir shaker varsa biraz kırılmış buzla birlikte iyice çalkalayıp servis edebilirsiniz. Yoksa direk bardağın içine birkaç küp buz atın. Bardağı süslemek için, limon, portakal dilimleri yada ananas kullanabilirsiniz. Afiyet olsun.

  • şenay fındıkkaya

    gezmiş gibi oldum…ellerine sağlık…

  • 22/03/2013

    Harika olmuş,kutluyorum.